Tag Archives: kitap

Tatar Çölü

Bu gizemli ve rahatsız edici romanda, bir garnizondaki askerler düşmanın, yani Tatarların, bir gün kuzeyden gelerek saldırmasını beklerler. Olayların geçtiği büyük kale belirsiz bir geçmişe aittir ve kayalıklarla dolu bir çölün kenarında, sarp ve geçit vermeyen dağların tepesinde yer alan kalenin içindeki atmosfer, gerçeklik ve rüya arasında asılı durmaktadır. Saldırının nasıl ve ne zaman gerçekleşeceğini hiç kimsenin bilmiyor olmasına rağmen, askerler sürekli olarak bu ana hazırlanırlar. Düşmanın kim olduğunu bile hiç kimse bilmemektedir. Bu adamların, özellikle, bu gizemli kalenin ve coğrafi koşullarım acımasızlığının gölgesinde geçen yorucu bir yolculuğun ardından kendisini iradesi dışında bu kalede bulan Lieutenant Drogo’nun hayatı kadere emanettir. Garnizonun içindeki sürreal atmosferde hayat, katı askeri kurallarla disiplin altına alınmıştır. Nöbetçi askerler, kim olduklarını bilmedikleri birilerinden gelecek saldırıya karşı kaleyi korumak için devriye gezerler. Askeri tatbikatların, hiçbir geçerli anlamı yoktur ve saçma bir bekleyiş, askerlerin gerçek olmayan yaşamlarına egemen olmuştur.

Konusu bakımından varoluşçu olan bu roman, bugün de tanımlanması güç bir yapıt olarak duruyor. Uzun yıllar boyu bekleyen bu askerlerin, romanın yayınlanmasıyla, çok geçmeden hayal edebileceklerinden çok daha büyük bir savaşla karşı karşıya kalmaları ironik.

1001 Kitap’tan okudum, yazdım.

Yorum bırakın

Filed under kitap

Algı Kapıları

Sir Aldous Huxley’nin gonullu denek olarak hastanede aldigi bir miktar meskalin sonucu yasadigi trip’i edebi dille anlattigi eseri. Okudugum diger beat kusagi ve uyusturucu temali kitaplar icersinde konu butunlugune sahip tek kitapti. Ayrica bu grubun diger unluleri gibi kafayi bulunca homoseksualiteden degil resimden sanattan bahsetmesi de ilgi cekici. Kitapta, meskalin kullanimi sonucunda gorsel deneyimin kimilerinde guzel bir hayal olarak yasandigi kimilerinde ise korku ve kizginlik seklinde kendini gosterdigi Cennet-Cehennem adli ikinci kisimda anlatilmis. Jim Morrison’in basucu kitabi oldugu ve The Doors’un isim babasi oldugu bilinir.

William Blake soyle der: “Algi kapilari temizlenseydi her sey insana oldugu gibi gorunurdu, sonsuz.”

Yorum bırakın

Filed under kitap

Kent

Bir başka ülkeye, bir başka
denize giderim, dedin
bundan daha iyi bir başka şehir
bulunur elbet.
Her çabam kaderin olumsuz bir yargısıyla
karşı karşıya;
-bir ceset gibi- gömülü kalbim.
Aklım daha ne kadar kalacak
bu çorak ülkede?
Yüzümü nereye çevirsem, nereye baksam,
kara yıkıntılarını görüyorum ömrümün,
boşuna bunca yıl tükettiğim bu ülkede.

Yeni bir ülke bulamazsın,
başka bir deniz bulamazsın.
Bu şehir arkandan gelecektir.
Sen gene aynı sokaklarda dolaşacaksın,
aynı mahallede kocayacaksın;
aynı evlerde kır düşecek saçlarına.
Dönüp dolaşıp bu şehre geleceksin sonunda.
Başka bir şey umma-
ömrünü nasıl tükettiysen
burada, bu köşecikte,
öyle tükettin demektir
bütün yeryüzünde de.

Konstantinos Kavafis

Yorum bırakın

Filed under kitap

Fahişeler, Kadın

Doktor Bizard, yüz fahişe üstünde yürüttüğü soruşturma sonunda şu olguları saptamıştır; birinin kızlığı 11 yaşında, ikisinin 13, altısının 14, yedisinin 15, yirmi birinin 16, on dokuzunun 17, on yedisinin 18, altısının da 19 yaşında; geri kalanların ise 21 yaşından sonra. Demek ki %5’i daha ergenlik çağına gelmeden kızlığını yitirmiştir. Bunların yarısından çoğu sevdikleri erkeğe teslim olmuş, ötekiler ise ne yaptıklarını farkına varmamışlardır. İlk sevgili genellikle gençtir. Çoğu kez bir daire, çocukluk ya da iş arkadaşıdır; bunların ardından askerler, ustalar, uşaklar ve öğrenciler gelir. Doktor Bizard’ın listesinde ayrıca iki avukat, bir mimar, bir hekim ve bir de eczacı vardır. Efsane uyarınca bu işi beceren pek ender olarak patronun kendisidir: çoğunlukla ya oğlu ya yeğeni ya da dostlarından biri bozar kızı. Commenge, incelemesinde 12-17 yaşlarında kırk beş kızın ilk kez hiç tanımadıkları adamlarla yattıklarını ve bu erkekleri bir daha görmekdiklerini belirtmektedir; kızlar bu işe hiç bir zevk duymadan tam bir kayıtsızlıkla razı olmuşlar. Doktor Bizard’ın verdiği örnekler arasında şunlar çok ilginçtir:
18 yaşında manastırdan dönen Matmazel G. de Bordeaux, hiç bir kötülük düşünmeden sırf merakından kocaman bir Çingene arabasına biner ve hiç tanımadığı bir adam kızlığını bozar.
13 yaşındaki bir kız, ne yaptığını bilmeden sokakta rastladığı ve bir daha göremeyeceği bir adama teslim olur.
M., bize 17 yaşında, hiç tanımadığı bir delikanlının kızlığını bozduğunu, kendisinin de bilgisizlikten sesini çıkarmadığını anlatmıştır.
R., 17,5 yaşında, daha önce hiç görmediği, hastalanan kız kardeşine doktor çağırmaya gittiği sırada rastladığı bir delikanlı tarafından kandırılmıştır, erkek tez dönebilsin diye kızı arabasına almış ama muradına erdikten sonra yolun ortalık yerinde bırakıvermiştir.
B., 15,5 yaşında, kendi deyimiyle ‘ne yaptığını düşünmeden’ bir daha yüzünü bile görmediği bir erkek tarafından bozulmuş; dokuz ay sonra nur topu gibi bir oğlan doğurmuştur.
S.’yi 14 yaşında, gel sana kız kardeşimi tanıtayım diyen bir delikanlı bozmuştur. Delikanlının kız kardeşi falan yokmuş ama firengiliymiş ve hastalığı kıza da bulaştırmış.
R.’nin kızlığı 18 yaşında, birlikte savaş alanını dolaşmaya çıktıkları evli yeğeni tarafından eski bir siperde bozulmuştur; adam kızı gebe bırakmış, dolayısıyla kız evden uzaklaşmaya zorlanmıştır.
C., 17 yaşında, bir yaz akşamı deniz kıyısında yeni tanıştığı bir oğlanla, hem de havadan sudan konuşan annelerinin yüz metre ilersinde yatıvermiştir. Sonuç belsoğukluğu.
L.’nin kızlığı 13 yaşında, radyo dinlediği sırada amcası tarafından bozulmuştur, yengesi bitişik odada uyumaktayken.

Kendilerini erkeğe karşı koymadan teslim eden bu genç kızların da, kızlıklarının bozulmasından örselendiklerine kuşku yoktur. Bu hayvanca yaşantının gelecekleri üzerindeki etkisini bilmek iyi olurdu; ama ‘sokak kızları’na ruhçözümlemesi yapılamamaktadır, çünkü kendilerini ifade etmeyi başaramamakta, birtakım basmakalıp lafların ardına gizlenmektedirler. Kimisi önüne gelen ilk erkekle yatma rahatlığı daha önce sözünü ettiğimiz fuhuş korkusuyla açıklanabilmektedir; pek çok genç kız ailelerine duydukları hınç, yeni yeni uyanan kadınlıklarının verdiği tiksinti ya da büyük insan gibi davranma hevesiyle fahişelere özenmektedir; aşırı derecede boyanmakta, oğlanlarla gezip tozmakta, gönül avcısı kışkırtıcı yosmalar gibi davranmaktadırlar; daha dünkü çocuk oldukları, cinsellikleri belirmediği, soğukluklarını aşamadıkları halde, rahatça ateşle oynayabileceklerini sanmakta; günün birinde erkeğin biri onların bu oyununu ciddiye almakta ve bizim minik dişiler düş’ten edime geçivermektedirler.
14 yaşındaki bir fahişe “Kapı bir kez açıldı mı, kapalı tutmak son derece güçtür” demiş. Ancak genç kız, kızlığı bozulur bozulmaz kaldırımlara düşmek istemez. Kimi zaman ilk sevgilisine bağlı kalır ve onunla yaşamaya devam eder ‘dürüst’ bir iş tutar; sevgilisi kendini bırakınca başka bir avutucu bulur, tek erkeğin malı olmadığına göre, kendini rahatça hepsine verebileceğine inanır; kimi zaman -ilk ya da ikinci- aşık önerir kıza bu yoldan para kazanmayı. Anaları babaları tarafından fuhuşa itilen genç kız sayısı da kabarıktır: kimi ailelerde -örneğin ünlü Amerikan ailesi Juke’larda- bütün kadınlar o yolun yolcusudur. Başıboş genç kızlar arasında, yakınlarınca yüzüstü bırakılan, önce dilenen sonra sokağa düşen de çoktur. Parent-Duchatelet, 1857’de 5000 fahişeden 1441’inin yoksulluk nedeniyle ilk önlerine gelenle yattığını sonra yüzüstü bırakıldığını, 1225’inin aileleri tarafından parasız pulsuz terkedildiğini saptamıştır. Çağdaş soruşturmalar da hemen hemen aynı sonucu vermektedir. Çoğu kez, başka bir iş yapamayacak kadar zayıflattığı ya da işinden ettiği için hastalıktır, kadını fuhuşa iten. Hastalık iki ucu zar zor bir araya getirilen bütçeyi alt üst etmekte, kadını hemen yeni birtakım gelir kaynakları bulmaya zorlamaktadır.
Simone de Beauvoir, Kadın – Evlilik Çağı

Yorum bırakın

Filed under kitap, kitaplık

Olgunluktan Yaşlılığa, Kadın

Kurtuluşu kızından ya da oğlundan bekleyişine göre tutumu değişir; genellikle, bütün umudunu oğluna bağlar. Bir zamanlar merakla yolunu gözlediği o harika adam, geçmişin derinliklerinden çıkıp kendisine doğru yürümektedir işte; kadın, oğlunun ilk viyaklamalarından bu yana, büyüyüp kendisine kocasının veremediği şeyleri getireceği günü beklemiştir. Bu arada ona bir sürü kötek atmış, yığınla müshil içirmiş, ama bunları unutmuştur; karnında taşıdığı yavru, daha o zamandan, hem dünyaya hem kadınların yazgısına egemen olan yarı-tanrıdan biriydi: şimdi bu yarı-tanrı , analığın şan ve şerefi içersinde kendisine sahip çıkacaktır. Kendisini kocasının üstünlüğüne karşı koruyacak, edindiği ve edinemediği aşıklarından öcünü alacak, özgürlüğe kavuşturacak, kurtaracaktır onu. Kadın, oğlunun karşısında Sevimli Prens’i bekleyen genç kız gibi cilve ve gösteri yapmaya başlar; onun yanında yürürken, hala zarif ve sevimli olduğunu, ‘ablası gibi durduğunu’ düşünür; Amerikan filmlerindeki erkekler gibi, kıkırdayarak, ama saygıyla kendisini tartaklarsa ağzı kulaklarına varır: gururlu bir alçakgönüllülükle kabul eder karnında taşıdığı varlığın erkekçe üstünlüğünü. Bu duygular ne oranda sapıktır? Şurası açıktır ki, kendini tam bir gönül hoşluğuyla oğlunun kolunda gezerken düşlediği zaman, ‘abla’ sözcüğü alttan alta iki anlamlı hayalleri dile getirmektedir; uyuduğu, kendini denetleyemediği zamanlarsa, kurduğu hayallar daha ileri gidebilir; ama düşlerle hayallerin gerçek bir edimin gizli arzusunu açığa vurmaktan uzak olduklarını daha önce belirtmiştim: çığu kez bu düşlerle hayaller kendi kendilerine yetmekte, ancak düşsel alanda doyurulmayı bekleyen bir arzunun en yetkin biçimi olarak kalmaktadır. Ana, oğlunu gizlice ya da açıkça sevgili diye görürken, yalnızca oyun oynamaktadır. Bu çiftte, sözün gerçek anlamıyla cinsel aşkın yeri pek azdır. Ama, yine de çifttir işte; ana, dişiliğinin ta derinliklerinden gelen bir saygıyla oğlunu erkeklerin en yücesi diye selamlar; sevdalı kadının yavuklusuna yanaşırken gösterdiği aşk ve şevkle kendini ona teslim eder ve karşılığında tanrının sağ kolu olmak ister. Seven kadın, bu yeri alabilmek için, sevgilisinin özgürlüğüne çağrıda bulunur: büyük bir eliaçıklıkla kendini tehlikeye atar; beklediği kurtulmalık (fidye) ise bitmez tükenmez isteklerinin karşılanmasıdır. Ana ise, sırf çocuk doğurmakla birtakım kutsal haklar elde ettiği kanısındadır; oğlunun kendini onda tanımasını bekler, böylece onun yarattığı varlık, onun malı olacaktır; kötüniyeti, seven kadınınkinden daha büyük olduğu için, çok daha az şey ister; karnında büyüttüğü etle, bir varlığı kendine mal etmiştir: bütün edimlerine, yapıtlarına, değerlerine sahip çıkar. Meyvesini överken aslında kendini göklere çıkarmaktadır.

Başkasının sırtından geçinmek, ancak gelip geçici bir çaredir. İşler umulduğu gibi gitmeyebilir. Çoğu kez oğul hiç bir işe yaramayan bir insan, harcanmış bir adam, bir serseri, kurumuş kalmış verimsiz bir meyve olur çıkar. Canlandırması gereken kahraman konusunda ananın kendine göre fikirleri vardır. Oğlunu gerçek bir insani varlık sayan, başarısızlıklarına varana dek tüm özgürlüğünü kabul eden, onunla birlikte her bağlanmanın getireceği tehlikeleri göğüslemeye hazır ana çok enderdir. Genellikle karşımıza çıkan oğlunu seve seve şan ve şerefe ya da ölüme mahkum eden ve bu yüzden övüle övüle göklere çıkarılan Spartalı ana örneğidir; oğlunun yeryüzündeki görevi, ortak çıkarları uğruna, saydığı birtakım değerleri elde ederek anasının varlığını doğrulamaktır. Ana, oğul-tanrının kurduğu tasarıların kendininkilere uygun olmasını ve ille de başarıya ulaşmasını bekler. Her kadın bir kahraman, üstün yetenekli bir insan doğurmak ister; ama bütün kahraman ve üstün yetenekli insan anaları işin başında oğullarının kalplerini kırdıklarını haykırmışlardır. Erkek, anasının takıp takıştırmak için can attığı, ama getirip ayakları dibine bırakıldığı zaman farkına bile varmadığı ganimetleri çoğu kez ona karşı çıkarak kazanır. İlke olarak oğlunun girişimleri ni onaylasa bile, sevdalı kadınlarınkine benzer çelişmeler arasında bocalar durur. Oğlunsa, hem kendi yaşamını hem anasınınkini doğrulayabilmek üzere, birtakım ereklere doğru onu aşması gerekmektedir ve bu ereklere varabilmek için sağlığını da canını da tehlikeye atmak zorundadır: bu erekleri salt yaşamanın üstünde tuttuğu zamansa, kendisine can vermiş olan anasının bu armağanının değerini yadsımaktadır. Ama buna dayanamaz; her şeye egemen olan erkeğe ancak doğurduğu şu varlık en değerli malı olduğu zaman söz geçirebilir: bu yüzden, oğlunun birnbir acı çekerek yarattığı yapıyı yıkmaya hakkı yoktur. Kulağının dibinde habire ‘Böyle yaparsan kendini yoracaksın, hasta olacaksın, başına bir iş gelecek’ der. Oysa kuzu kuzu yaşamanın yetmediğini, yoksa kimsenin kimseyi dölleyemeyeceğini kendisi de çok iyi bilir; yavrusu tembelin korkağın biri olduğu zaman ilkin kendisi sinirlenir. Hiç bir zaman rahat değildir. Oğlu savaşa giderse sağ ama madalyalı dönmesini ister. Uğraşında ilerlemesini ‘önemli yerlere gelmesini’ bekler, ama zihinsel yorgunluğa düşmesinden ölesiye korkar. Oğlunun her yaptığını, aslında kendinin olan ama şöyle ya da böyle olmasına karışamadığı öyküyü, eli kolu bağlı, kaygılı bir insan halinde köşeden izleyecektir: yolunu şaşırmasından, başarıya ulaşamamasından, ulaşırken hastalanmasından korkar. Çocuğuna güvense bile, yaş ve cins ayrımı, oğluyla arasında gerçek bir ortaklığın kurulmasını önler; çalışmalarından haberi yoktur, kimse kendisinden bir yardım beklememektedir.

Bu yüzden de oğluna en sınırsız gururla hayranlık duyan ana bile doyumsuz kalır. Yalnız etten kemikten yapılmış bir insan değil, aynı zamanda ille de gerekli bir varlık doğurduğuna inandığı için kendi varlığını da doğruladığını sanır, oysa haklar insanı oyalamaz: günlerini doldurabilmek için, yararlı eylemini sürdürmesi gerekir; tanrısı için vazgeçilmez bir insan olduğunu hissetmek ister; o karşılıksız kendini adama kandırmacası işte o zaman en kaba biçimde yalanlanır: oğlunun eşi, kendisine düşen bütün görevleri üstleniverecektir. Kadının çocuğunu ‘elinden alan’ bu yabancıya duyduğu düşmanlık uzun uzun anlatılmıştır. Ana, doğum gibi kolay bir işi kutsal bir giz katına çıkarmıştır: insani bir kararın buna oranla ağır basmasına katlanamaz. Onun gözünde değerler olmuş bitmiştir, doğadan, geçmişten gelmektedir: özgür bir bağlanmanın değerini bilmez. Oğlu canını kendisine borçludur; peki ya şu düne kadar tanımadığı kadına ne borçludur acaba? Bu kadın o güne dek varolmayan bir bağa büyüyle inandırmıştır oğlunu; dolapçı, çıkarcı, tahlikeli bir insandır. Ana, büyük bir sabırsızlıkla oynanan oyunun ortaya çıkmasını bekler; atadan kalma kötü kadının açtığı yaraları avutucu elleriyle saran iyi yüekli ana efsanesinden aldığı destekle, oğlunun yüzünde mutsuzluk belirtileri yakalamaya çalışır: oğlu yok böyle bir şey dese de, o bulur çıkarır; oğlu bir şeyden yakınmazken anası ona acır; gelinini kollar onu eleştirir bütün yeniliklerine geçmişle aileyle karışan bu insanın varlığını bile yadsıyan alışkanlıkla karşı çıkar. Ana, sevgili oğlunun mutluluğunu kendine göre tasarlar; geline başka türlü. Eş, kocasını, aracılığıyla dünyaya egemen olacağı erkek diye görmek ister; ana ise yeniden çocukluğuna döndürmek üzere yanında bulundurmak.. Kocasının zengin ya da önemli bir kişi olmasını isteyen eşe karşılık, ana kendi değişmeyen özünün yasalarını savunur: oğlu kırılgandır, çok çalışıp zihnini yormaması gerekir. Hele ki yeni gelen kadın gebe kalınca, geçmişle gelecek arasındaki çatışma doruğa çıkar. ‘Çocukların doğumu, ana babaların ölümüdür’, bu doğru, işte o zaman olanca acılığıyla kendini hissettirir: oğlunda yaşamaya devam edeceğini uman ana, onun kendisini ölüme mahkum ettiğini anlar. Kendisi birine can vermiştir: yaşam ise onsuz devam edecektir; ana değildir artık: uzayıp giden zincirin bir halkasıdır; zamandışı putların yerleştirdiği gökyüzünden pat diye yeryüzüne düşer; vadesi dolmuş, işi bitmiş bireyden başka bir şey değildir şimdi. Ve hastalıklı durumlarda, kini işte bu anda alabildiğine azar, onu sinir bozukluklarına ya da cinayete götürür; Madam Lefevbre, uzun süre nefret ettiği gelinini, kızcağız gebe kalınca öldürmüştür.

Olağan hallerde büyükanne bu düşmalığı kolayca aşar, kimi zaman yeni doğan yavruyu biricik oğlunun çocuğu saymakta direnir ve zorbaca sever; ancak genellikle, genç olan yani çocuğun asıl anası yavruya sahip çıkar; işte o zaman kendini kıskançlığa kaptıran büyükanne yavruya karşı, kaygı görünüşü altında gizlenen düşmanlıkla birlikte garip bir sevgi besler.

… 

Simone de Beauvoir, Kadın – Evlilik Çağı

 

Yorum bırakın

Filed under kitap, kitaplık

Açlık

….
Sokak kapısında ayakkabılarımı elime aldım, öyle çıktım yukarı. Sessizdi her taraf. İlk katta bir saatin tik-tak’larını, bir çocuğun hafiften ağlayışını duydum, sonra hiçbir şey duymaz oldum. Odamın kapısını buldum, rezelerinden kaldırdım hafifçe; eski alışkanlık, anahtarsız açtım, odaya girdim, kapıyı yine sessizce kapadım.

Her şey bıraktığım gibiydi; pencerelerde perdeler açık, yatak boş duruyordu. Karanlıkta, masa üzerinde bir kağıt gördüm, ev sahibine yazdığım tezkere olacaktı; demek kadın, ben başımı alıp gideli bu odaya hiç çıkmamıştı. Masadaki beyazlığı elimle yokladım, bunun bir mektup olduğunu hissederek şaşırdım. Bir mektup? Alıp pencerenin yanına gittim; karanlıkta, çıkarabildiğim kadar, okunaksız harfleri çözmeye çalıştım; sonunda adımı okuyabildim. Aha! diye düşündüm, ev sahibinin cevabı! Tekrar gizlice girmek istersen bu odaya bir daha ayak basamayacağımı bildiriyor!

Ve yavaşça, çok yavaş, tekrar odadan çıktım; ayakkabılarım elimde idi, mektup öbür kağıtların yanında, battaniyem koltuğumda. Usulca yürüdüm, gıcırdayan basamaklarda dişlerimi sıktım, sağ esen basamaklardan inip, sokak kapısını buldum.

Ayakkabılarımı giydim, bağlarını yavaş yavaş bağladım, bu işi bitirince biraz da oturdum hatta; hiçbir şey düşünmeden, elimde mektup, önüme bakıyordum.

Sonra kalktım, sokağa çıktım.

İlerde bir havagazı feneri, çevreye cızırtılı ve titrek bir ışık serpiyordu; fenerin yanına gittim, paketimi fenere dayadım, mektubu açtım; her hareketi gayet yavaş yavaş yapıyordum.

Bağrımdan sanki bir ışık seli geçti; bir şaşkınlık ünlemi kopardığımı duydum, anlamsız bir sevinç ünlemi! Mektup, yazı işleri müdüründen geliyordu. Yazım kabul edilmiş, hemen dizgiye verilmişti. “Bir iki yerde ufak tefek değiştirme, bir kaç imla yanlışı düzeltildi.. kuvvetli bir yazı.. yarın çıkacaktır.. on kron.”

Güldüm ve ağladım; atlaya sıçraya caddeyi boyladım, durdum, dizime vurdum, sebepsiz gelişigüzel bastım küfürü. Ve zaman ilerliyordu.

Bütün gece, ta sabaha kadar, caddelerde bağırıp çağırdım; sevinçten aptallaşmış, durmadan tekrarlıyordum: Kuvvetli bir yazı, yani küçük bir şaheser, bir deha örneği. Ve on kron!

 

Knut Hamsun

Yorum bırakın

Filed under kitap, kitaplık

Masa da Masaymış ha

Adam yaşama sevinci içinde
Masaya anahtarlarını koydu
Bakır kaseye çiçekleri koydu
Sütünü yumurtasını koydu
Pencereden gelen ışığı koydu
Bisiklet sesini çıkrık sesini
Ekmeğin havanın yumuşaklığını koydu
Adam masaya
Aklında olup bitenleri koydu
Ne yapmak istiyordu hayatta
İşte onu koydu
Kimi seviyordu kimi sevmiyordu
Adam masaya onları da koydu
Üç kere üç dokuz ederdi
Adam koydu masaya dokuzu
Pencere yanındaydı gökyüzü yanında
Uzandı masaya sonsuzu koydu
Bir bira içmek istiyordu kaç gündür
Masaya biranın dökülüşünü koydu
Uykusunu koydu uyanıklığını koydu
Tokluğunu açlığını koydu.

Masa da masaymış ha
Bana mısın demedi bu kadar yüke
Bir iki sallandı durdu
Adam ha babam koyuyordu.

Edip Cansever

(20 Ocak 2010)

Yorum bırakın

Filed under kitap, kitaplık

Bereketli Topraklardaki Hazinenin Efsanesi

Dumansız volkan savaş demekti..

Gün, kasabanın ıslak taşları arasında daha yeni sönmüştü; kül içindeki kıvılcım gibi eriyip tükenerek.. Portakal kabuğu gibi bir gökyüzü. Pitahayaların, meyvesi bol ve dimdik yükselen kaktüslerin kanı bulutlardan damlıyordu; bazen kızıla, bazen mısır koçanlarının püskülleri ya da pumaların pöstekileri gibi sarıya boyalı bulutlardan…

Yukarıda, tapınakta bir nöbetçi volkanı gözlüyordu. Bir bulut, adeta suları öpecek bir bulutmuş gibi, gölün üstünde, volkanın ayaklarına çökmüştü. Bulut duraladı. Rahip, bulutun gözlerini kapadığını gördü. Koştu, örtüsünü toparlamadan, merdivenler boyunca peşinden sürükleyerek, tapınaktan aşağıya koştu. Bağırarak savaşın bittiğini haber veriyordu. Kanatlarını indiren bir kuş gibi kollarını aşağıya bıraktı. Her bağırışta kollarını yukarıya kaldırıyor, dudaklarından haykırışlar fırladıkça aşağıya salıveriyordu. Batıya bakan ön avluda, güneş, rahibin sakalına, şehrin taşlarına atar gibi, ölmek üzere olan bir şeyin parıltısını fırlattı.

Tellallar, sıra ile dört rüzgar yönüne doğru, Atitlan beylerinin ülkesinde savaşın bittiğini duyurdular.

Gece pazarı kurulmuştu bile. Göl şıkır şıkır ışıklarla örtülmüştü. Tüccarların kayıkları yıldızlar çakarmış gibi gidip geliyordu. Meyvelerle dolu kayıklar. Giysilerle ve pantolonlarla dolu kayıklar. Yeşim taşları, zümrütler, inciler, altın tozu, güzel kokulu sularla hazırlanmış kuş tüyleri, bambu kamışından bileziklerle yüklü kayıklar. Balla, dövülmüş ve çekirdek halinde karabiberle, tuzla, değerli pelesenklerle dolu kayıklar. Renkli mürekkep ve tüy kalem demetleriyle dolu kayıklar. Kokulu terebentin yağı, şifalı otlar ve köklerle dolu kayıklar. Tavuklar ve kümes hayvanlarıyla dolup taşan kayıklar. Agava, Sassaras bitkisi lifleri, hasır örgüleri, sapanlar için pitahaf sapları, Ocote ağacından çıra kütükleri, irili ufaklı çanak çömlekler, tabaklanmış ve ham hayvan derileri, çikolata çanakları, burun maskeleriyle dolu kayıklar. Guacamayo kuşları, kırmızı papağanlar, hindistan cevizleri, taze reçine ve fevkalade zarif tanelerle dolu kabaklar yüklü tüccar kayıkları.

Beylerin kızları, papazların gözcülüğü altında piroğlar içinde gezintiye çıkmışlar, ak mısır koçanlarıgibi parıldıyorlar. İleri gelen aileler, çalgıclar ve şarkıcılar kalabalığını peşlerinden sürükleyerek, kurnak ve açıkgöz pazarlıkla dalmış tüccarlarla laf etışıyorlardı. Ama bütün bu kargaşalık geceyi rahatsız etmiyordu. Sanki uyuyan insanların düşlerinde alış veriş eder göründükleri yüzen bir pazardı. Kakao çekirdekleriyle bitkiden paralar, birbirlerine sıkı sıkıya girmiş kayıklar, insanlar arasında elden ele sessizce kayıyordu.

O Cenzontle türküleri, o Chorchaların ciyaklamaları, o küçük Perico papağanlarının gevezelikleri kuş avcılarının kayıklarıyla gelmişti… Kuşlar, alıcıların verdikleri fiyata değiyordu doğrusu. Hiç birinin fiyatı yirmi bakladan az değildi, zira aşk hediyesi olarak satın alınıyorlardı.

Aşıkların ve kuş satıcılarının konuşmaları ve ışıkları, dallar arasında titreyerek kıyılarda kayboldu.

Sabahın alaca karanlığında rahipler, büyük çamlara tırmanmış, volkanı gözlüyorlardı: savaş ve barışın işareti volkanı… Bulutlarla örtülü olursa barışın ve mahsül güvenliğinin müjdecisiydi. Bulutsuz olarak görülünce savaşı ve düşmanın saldırısını haber verirdi. Kolibrilerin ve gün çiçeklerinin haberleri olmadan, topak topak kıvırcık yünlü postekiye benzer bulutlarla örtülmüştü.

Barış gelmişti. Şenlikler yapılacaktı. Rahipler tapınakta oradan oraya gidip geliyorlar, örtüleri, kurban taşlarını ve kara kehribardan kurban bıçaklarını düzene koyuyorlardı. Dümlekeler, flütler, deniz kabuğundan borular, sazlar, üzerlerine tokmakla vurulan ağaç kütükleri gümleyip çınlamaya başlamıştı. Şeref yerleri koltuklarla süslenmişti. Çiçekler, meyveler, kuşlar, arı sepetleri, tüyler, altınlar, değerli taşlar savaşçıları karşılamak için hazırlanmıştı. Göl kıyılarından kayıklar hızlı hızlı geliyor, renk renk giyinmiş bir yığın insanı alıp karşı tarafa geçiriyordu.

Bu insanların hallerinde tarifsiz bir bitkisellik vardı. Başlarına sarı tören külahları giymiş rahiplerin sesleri aralıklarla yükseliyor, Atit parmağının altın girlandları gibi, bir uçtan bir uca basamaklarda zincirler teşkil ediyordu.

“Gönüllerimiz mızraklarımızın gölgesinde dinleniyor!” diye bağırıyordu rahipler.
“Ağaçların ve evlerimizin oyukları, hayvanların, kartal ve jagarların kalıntılarıyla ak pak olacak!..”
“İşte kabile reisi orda yürüyor! Odur bu! Burada yürüyen odur!” Eski tanrılar gibi sakallı olan reisler böyle sesleniyorlardı ve bu sakallı reislerin göl ve dokuma tezgahı kokan kabileleri onların yaptıklarını aynen yapar görünüyorlardı.

“Orada, oğlumu görüyorum, orada, orada o sıranın içinde!” diye bağırıyordu analar. Gözleri çok ağlamaktan neredeyse sular gibi yumuşamıştı. “Orada” diye söze karışıyordu genç kadınlar. “Gözümüzün bebeği efendimiz! Puma derisinden maskesi ve kalbinin tüyleriyle!”

Hemen sonra bir başka gruptan sesler geliyordu:
“Şuradaki günümüzün , efendisidir! Maskesi altından, tüyleri de güneşten!..”

Analar, oğullarını savaşçılar arasından seçip tanıyorlardı, çünkü maskelerini biliyorlardı. Genç kadınlar da, koruyucularını, gösterişli hallerinden tanıyor, elbiselerini işaret ediyorlardı.

Sonra kabile reislerini gösteriyorlardı:

“Odur işte, göğsünü görmüyor musunuz, kan gibi kızıl ve kolları bitkilerin kanı gibi yeşil? Ağaç kanı ve hayvan kanıdır o! O, kuş ve ağaçtır! Güvencin gövdesinin üstünde bütün renkleriyle ışıkların parladığını görmüyor musunuz? Tolgasındaki uzun tüyleri götmüyor musunuz? Yeşil kanlı bir kuş! Kızıl kanlı bir ağaç! Kukul! Odur o! Odur.”

Savaşçılar, tüylerinin renklerine göre sıralanmış, bölük bölük yirmilik, ellilik ve yüzer kişilik diziler halinde geçiyorlardı. En başta kızıl elbiseli ve kızıl tüylü yirmi savaşçıyla bir dizi, onun peşinden yeşil tüylü ve elbiseli elli savaşçının dizisi ile sarı tüylü ve elbiseli yüz savaşçının dizileri geliyordu. Sonra da değişik renkli tüyleriyle Guacamayo kuşunu, o büyücüyü hatırlatanlar geliyorlardı. Yüz ayaklı ışıl ışıl parlak hareler içinde yansıyan bir ebem kuşağı…

“Dört kadın ağaçların yününden gömlek giyindiler ve otlarla silahlandılar! Savaşta dört delikanlıymış gibi dövüştüler.” diyen rahiplerin sesleri duyuldu. Çiçekler ve meyve askılarıyla dolup taşan, memelerine mızrakların rengini ve sivriliğini vermiş kadınlarla kaynaşan Atit tapınağının önünde, kendinden geçmiş kalabalığın delice bağırışları..Büyük Kazik, banyosunun boyalı küveti içinde Pedro Alvarado’nun gönderdiği “Castilan”lı adamların elçisini çok güzel sözlerle kabul etti ve hemen astırdı. Bundan sonra göğüsü kızıl ve kolları yeşil tüğlerle süslendi, parlak tüğlü kanat parçalarıyla işlemeli bir pelerine büründü, başı açık, çıplak ayakları, altın sandalar içinde, kabile başkanları, danışmanlar ve rahiplerin arasında, şenlik yerine byöneldi. Omzunda kırmızı toprak sıvanarak örtülmek istenmiş bir yara görünüyordu. Parmaklarında o kadar çok yüzük vardı ki, elleri gün çiçeklerine benziyordu.

Savaşçılar meydanda dans ediyorlar, süslenerek ağaçlara bağlanmış savaş tutsaklarına oklarıyla nişan alıyorlardı.

Büyük Kazik meydana girince, kara elbiseli bir kurban uşağı, mavi bir oku ellerine bıraktı.
Güneş, oklarını gölün yayı ile çekip boşaltarak şehre nişan aldı…
Kuşlar, oklarını ormanın yayı ile çekip boşaltarak göle nişan aldı…
Savaşçılar, öldürecek şekilde olmamasına dikkat ederek, kurbanlarına nişan aldılar. Böylece şenliği ve kurban işkencesini uzatmış oluyorlardı.
Büyük Kazik, yayını gerdi ve mavi oku tutsakların en gencine çevirdi; hem alay etmek hem de ona paye vermek için.. Savaşçılar çalparaların temposu ile dans ederlerken, uzaktan, yakından, oklarıyla bir anda yaralıyı delik deşik ettiler.

Bir bekçi ansızın töreni kesti. Alarm çaldı. Volkan ansızın ve hiddetle bulutlarını sıyırmış, kudretli bir ordunun şehre doğru yürüdüğünü haber vermişti. Yanardağın krateri gittikçe daha açık ve berrak olarak ortaya çıkıyordu. Akşamın alacalığı, uzak kıyılardaki kayalar üzerinde bir parıltı bırakıyordu. Gürültüsüzce ayrılan, daha bir dakika önce haraketsiz duran ve şimdi de heyecana kapılan beyaz bir kitleyi, sanki sessizce uçuruma kovalıyor gibiydi. Sokaklarda sönmüş ışıklar.. İri fıstık çamlarının altında güvercinlerin dem çekişleri… Dumansız volkan savaş demekti!..

“Bütün malım mülkümle, malım olan balımla, seni az çok besledim. Bizi zengin etmiş olan şehri memnunlukla fethetmek isterdim.” Şenlikteki nöbetçi rahipler kendilerini gölün büyülü karanlığından kurtararak, ellerini volkana doğru uzatıp bağırdılar. Bu sırada savaşçılar süsleniyor şöyle diyorlardı:
“Silahlarımızın karşısında beyaz adamlar afallasınlar! Renkli tüyler, oklar, çiçekler ve ilkbahar fırtınaları ellerimizden eksik olmasın! Bizim mızraklarımızın uçlarında yaralansınlar, bizi yaralamadan!”

Beyaz adamlar ilerliyorlardı. Ama kalın sisin içinde pek az seçiliyorlardı. Hayalet miydi bunlar, ya da yaşayan varlıklar mıydı?

Ne trampetler duyuluyordu, ne de boru sesleri ayak sesleri bile toprağın sessizliği tarafından yutuluyordu. Borazansız, trampetsiz, ayak sesleri olmadan yaklaşıyorlardı.

Savaş mısır tarlalarında kurulmuştu. O bereketli toprakların halkı bir süre savaştılar, vurulup ezilince de, Zuhal yıldızının halkası gibi bir bulut duvarıyla çevrili ve korunmalı kasabaya doğru çekildiler.
Beyaz adamlar ilerlediler. Bor çalmadan, ayak sesleri duyulmadan, trampet vurmadan. Yoğun sisin içinde kılıçları mızrakları zırhları, atları belli belirsiz seçiliyordu. Bir fırtına gibi, kasırga bulutlarını birbirine katarak tehlikeye falan bakmadan, her şeyi kırıp geçirerek, demir gibi durdurulamaz şimşekler arasında, ellerinden kayıp giden ateş böcekleri gibi belli belirsiz kıvılcımlar saçarak şehre saldırdılar. Bu sırada kabilelerin bir bölümü savunma düzeni almıştı, bir başka bölümü ise hazinelerle savaş yerinden kaçmış ve gölü geçerek, bulutsuz başıyla karşı kıyılara doğru dimdik yükselen volkanın dibine varmıştı. Elmastan bir sis denizi içinde kımıldayan fatihlere, uzaktan değerli taşların patlamaları gibi görünen kayıklarla her şeyi kaçırarak öte yana geçmişlerdi.

Yolları yakmak için artık zaman kalmamıştı. Borazanlar çalıyor, trampetler vuruluyordu! Sisten yapılma, kat kat halkalar gibi şehrin duvarları, beyaz adamların zırhları önünde un ufak oldu. Ağaç kütüklerinden, çarçabuk derme çatma gemiler yapmışlardı. Terkedilmiş yerlerden, kabilelerin hazinelerini gömdükleri yerlere geçtiler. Borazanlar çalıyor, trampetler vuruluyordu! Güneş yerfıstığı tarlalarında ateş kesilmişti. Adalar, büyücülerin volkana doğru uzanan elleri gibi, kaynaşan suların içinde titreşti.

Borazanlar çınladı! Trampetler vurdu!

Gemilerden ateşlenen ilk misketlerle, kabileler darmadağın oldu. Dere yataklarına girip gizlice kaçarak savuştular. Elmasları, zümrütleri, opalleri, yakutları, külçe külçe altınları altın tozlarını, altından işlenmiş sanat eserlerini, tanrı heykellerini, mücevherleri, askıları gümüşten teskereleri ve taht örtülerini, altından sürahi ve yemek takımlarını, inciler ve değerli taşlarla süslü boruları, dağ kristalinden yapılma banyo leğenlerini, örtüleri, musiki aletlerini, yüz balye ve de bin balya dokumayı, muteşem tüylü süsleri, sırmalı işlemeleri yüz üstü bıraktılar. Sallardan ve kayıklardan, fatihlerin gözlerini fal taşı gibi açarak baktıkları, ganimetin en iyi parçaları için kendi aralarında kavgaya tutuştukları, hazineden bir dağdı bu. Ve şimdi hemen sıçrayıp karaya çıkmak istiyorlardı. Borazanlar çalıyor, trampetler vuruluyordu.

O sırada ansızın volkanın hızla nefes aldığını duydular. Suların ağababasının ağır soluğu kesildi. Fatihler sonunda karar verdiler. Uygun bir rüzgarın yardımıyla karaya ulaşmayı, hazineyi ele geçirmeyi ikinci defa akıllarına koydular. Çatırdayarak inen bir ateş yağmuru onları yollarından kopardı. Devasa bir kurbağanın tükürüğü. Borazanlar sustu! Trampetler sustu! Suların yüzünde yakutlar gibi parça parça ateşler, elmaslar gibi güneş ışınları sürükleniyordu. Zırhların içinde yanıp kavrulan Pedro Alvrado’nun adamları, dümesiz gemilerin üzerinde, akıntıya kapılmış sürükleniyordu. Korkuda taş kesilmiş, yanardağın boşalması karşısında benizleri ölü benzi gibi, dağların çarpışıp yıkıldığı, ormanların omanlara, nehirlerin nehirlere karışarak kaskatlar halinde gümbürdediğini, kayaların havalarda takla attığını, kül sellerinin aşağılara boşaldığını, lavların, kumların seller gibi aktığını, volkanın kustuğu lavlar ve kumlarla bereketli topraklarda kabilelerin bıraktığı hazinelerin üstünde yeni bir volkan teşkil etmek için durmadan ateş yığdığını seyrettiler. Volkanın ayakları dibindeki bu yeni dağ, bir gün doğumu gibi yayılıp genişliyordu..

 
 
Miguel Ángel Asturias’ın “Guatemala Efsaneleri” adlı 68 basımı kitabındaki beş efsaneden sonuncusudur.

Yorum bırakın

Filed under kitap, kitaplık

Susan Sontag ve Hastalık Metaforları

“Beyaz ırk, insanlık tarihinin kanseridir.” demiş Amerika’nın Vietnam’ı işgali sırasında Susan Sontag.

Bu deneme, yazarın kansere yakalanması sebebiyle beklenmedik bir şekilde ortaya çıktı. Ancak kitabın izlediği, hastalık olgusunun kendisi değil, onun imgelem dünyamızdaki yeri; Susan Sontag, hastalığı neden gerçekçi olmayan ve çoğu zaman düşmanca bir tarzda, metafor olarak kullandığımızı sorguluyor. Böylesi bir metaforik düşünce tarzına karşı koymak, Sontag’a göre hastalıkla hesaplaşmanın en dürüst yolu ve hasta olmanın en sağlıklı biçimi.

Kansere ve daha önceleri vereme ilişkin imgelerin bolluk ve bereketi, söz konusu hastalıkların sıklıkla ölümcül sonlanmalarının ötesinde bunların ölümün kendisiyle özdeş tutulmasından doğmaktadır. Susan Sontag’ın arayıp bulduğu hastalık metaforları ve imgeleri Eski Yunan, Ortaçağ ve çağdaş yazınsal metinlerden alınma örnekler. Yazar, hastalığın ruhbilimsel ağırlıklı açıklamasına yönelik çağdaş eğilimi eleştiriyor, bunun ötesinde askeri dilin imgelem dünyasını, bilim-kurgu imgelerini ve hastalık metaforlarının politik söylem içindeki kullanımını çözümlüyor..

(Humoral Kuram) Eski Yunan’da ortaya atılan bir doktrine göre insan vücudunun durumu, sağlık ve hastalıkta dört vücut sıvısı tarafından belirlenir: kan, sarı safra, balgam ve kara safra (melan-cholia). Bu sıvılar dört elementle (hava, ateş, toprak ve su) ilgilidir. Bu elementler de ikişer nitelikte eşlenmiştir (sıcak, soğuk, kuru, nemli). Sıvıların uygun ve dengeli karışımı beden ve ruh sağlığını ayakta tutar; dengenin bozulması hastalıkla sonuçlanır. Sıvıların etkilişmi ruh ve beden özelliklerini de belirler. Buna göre, melankoli hastalığı sanatçılarda görülür. Melankolik karakter veya veremli kişi, üstün ve ayrıcalıklı birisidir. Duyarlı, yaratıcı, seçkin ve özel bir varlık.. Verem bir afrodizyaktır; kişiye olağanüstü ayartıcı bir cinsel çekicilik kazandırır. Ne var ki veremde belirtiler çoğunlukla aldatıcıdır. Veremin canlılığı, neşesi ruhsal ve bedensel bir yıkımdan kaynaklanan hastalıklı bir coşkudur; sağlığın göstergesi gibi duran pembe yanaklar aslında yüksek ateşin belirtisidir ve canlılığın kabına sığmamamsı yaklaşan ölümün bir habercisi olabilir. Verem bir parçalanma, ateşlenme, bir maddesizleşmedir; verem sıvıların hastalığıdır; vücut adeta sıvılaşmakta, balgama, sümüksü bir akıntıya ve sonunda kana dönüşmektedir..

Yorum bırakın

Filed under kitap, kitaplık

Görme Biçimleri

Bugün artık irdelenmeye başlayan ama hiç bir çözüme ulaşmamış olan uygulama ve törelere göre kadının toplum içindeki varlığı erkeğinkinden çok başkadır. Erkeğin varlığı kendinde saklı yetkelilik umuduna bağlıdır. Bu, büyük ve inanılır bir umutsa erkeğin varlığı çarpıcı olur. Küçük ve inanılmaz bir umutsa erkeğin varlığı da önemsizleşir. Bu yetkelilik umudu ahlaksal, bedensel, yaradılışa göre değişen, parasal, toplumsal ya da cinsel bir umut olabilir. Neyse ki yetkelilik umudunun yöneldiği nesne her zaman erkeğin dışındadır. Bir erkeğin varlığı o erkeğin yapabileceklerini, sizin için yapabileceklerini gösterir. Üretebilir bir varlıktır onun varlığı; çünkü erkek gerçekte yapamayacağı şeyleri yapabilecek yetkedeymiş gibi davranır. Bu yalancı davranış her zaman onun başkaları üzerinde etkili olmak için kullandığı bir yetkeye yönelmiştir.

Bunun tersine bir kadının varlığıysa, onun kendine karşı olan tutumunu gösterir; o kadına karşı nelerin yapılıp nelerin yapılmayacağını belirler. Kadının varlığı hareketlerinde, sesinde, fikirlerinde, yüz ifadelerinde, giysilerinde, seçtiği çevrelerde, zevklerinde ortaya çıkar. Gerçekten de kadının kendi varlığına katkıda bulunmayan hiç bir şey yapmaz. Varlığı, kadının kişiliğiyle iç içedir ki erkekler bunu bedenden çıkan bir tütsü, bir koku, bir sıcaklık olaraka algılarlar.

Kadın olarak doğmak, erkeklerin mülkiyetinde olan özel, çevrelenmiş bir yerde doğmak demektir. Kadınların toplumsal kişilikleri, böylesine sınırlı , böylesine koşullandırılmış bir yerde yaşayabilme ustalıklarından dolayı gelişmiştir. Ne var ki bu, kadının öz varlığının ikiye bölünmesi pahasına olmuştur. Kadın hiç durmadan kendisini seyretmek zorundadır. Hemen hemen her zaman kendi imgesiyle birlikte dolaşır. Bir odada yürürken ya da babasının ölüsünün başucunda ağlarken bile ister istemez kendisini yürürken ya da ağlarken görür. Çocukluğunun ilk yıllarından başlayarak hep kendi kendisini gözlemesi, bunun gerekli olduğunu öğretmiştir ona.

Böylece kadın içindeki gözleyen ve gözlenen kişilkleri, kadın olarak onun kimliğini oluşturan ama birbirinden ayıran iki öğe olarak görmeye başlar.

Kadın, olduğu ve yaptığı her şeyi gözlemek zorundadır. Erkeklere nasıl göründüğü, onun yaşamında başarı sayılan şey açısından son derece önemlidir. Kendi varlığını algılayışı, kendisi olarak bir başkası tarafından beğenilme duygusu ile tamamlanır.

Erkekler kadınlara karşı belli bir tutum edinmeden önce onları gözlerler. Bu yüzden bir kadının bir erkeğe görünüşü, kendisine nasıl davranacağını da belirler. Bu süreci bir ölçüde denetleyebilmek için kadın bunu kabul etmeli ve benimsemelidir. Kadın benliğinin gözleyici yanı, gözlenen yanını öylesine etkiler ki sonunda tüm benliğinin sonunda tüm benliğiyle başkalarından nasıl bir tutum beklediğini gösterir. Böylece kadının, bir eşi daha bulunmayan bu kendi kendini etkileme süreci onun kişiliğinin oluşturur. Her kadının varlığı, kendi içinde nelere ‘izin verilip nelere verilmeyeceğini’ düzenler. Eylemlerin her biri –amacı ya da dürtüsü ne olursa olsun- o kadının kendisine nasıl davranılmasını istediğini gösteren birer simgedir. Bir kadın tutup bardağı yere atarsa bu o kadının kendi kızgınlığını nasıl ele aldığını, bu yüzden başkalarından nasıl davranış beklediğini gösterir. Erkek aynı şeyi yaparsa bu, yalnızca onun öfkesini dışa vurmasıdır. Kadın güzel bir fıkra anlatırsa bu, onun kendi içindeki fıkracıya nasıl davrandığını, elbette fıkracı bir kadın olarak başkalarından ne beklediğini gösteren bir örnektir. Fıkra anlatmak için fıkra anlatmak ancak erkeğin yapacağı bir şeydir.

Bunu şöyle yalınlaştırabiliriz: erkekler davrandıkları gibi, kadınlarsa göründükleri gibidirler. Erkekler kadınları seyrederler. Kadınlarsa seyredilişlerini seyrederler. Bu durum yalnız erkeklerle kadınlar arasındaki ilişkinin değil, kadınların kendileriyle ilişkilerini de belirler. Kadının içindeki gözlemci erkek, gözlenense kadındır. Böylece kadın kendisini bir nesneye –özellikle görsel bir nesneye- seyirlik bir şeye dönüştürmüş olur.

Avrupa yağlıboya resim geleneğinin bir türünde kadın hiç durmadan yinelenip duran en önemli konudur. Bu tür, çıplak kadın resmidir.

Yorum bırakın

Filed under kitap, kitaplık