TSK ölüm saçıyor

Ağrı’nın Patnos ilçesinde Makine ve Kimya Endüstrisi Kurumu’na ait T-40 bombaatar mermisinin patlaması sonucu ağır yaralanan Baran Özyolcu (8) yaşamını yitirdi. Kürt çocuklarının askerler tarafından öldürülmesi sıradanlaştırılarak meşru kılınmaya çalışılıyor.

DİHA haberine göre koyunları otlatırken merminin patlaması sonucu yaralanan Baran Özyolcu, Mahsun Duru ve Serhat Duru isimli çocuklardan Baran Özyolcu yaşamını yitirdi. Kaldırıldığı Ağrı Devlet Hastanesi’nde kopan koluna müdahale edilememesinin ardından helikopterle Erzurum’a sevk edildi ancak kurtarılamadı. Mahsun ve Serhat kardeşlerin durumunun ise iyiye gittiği belirtiliyor.

Askerlere ait kurşunlarla ilk ölen çocuk Baran değil, 2010 yılından bu yana 10 çocuk askerlere ait mermi/silahlarla öldürüldü. 28 Eylül 2009’da koyunlarını otlatırken karakoldan atılan bomba ile parçalanarak ölen Ceylan Önkol, Ceyan’ın ölümünden 2 hafta sona başına isabet eden gaz bombasıyla ölen 1 buçuk yaşındaki Mehmet Uytun, 17 Eylül 2010’da PKK’lilerin öldürülmesini protesto ederken başından vurularak öldürülen 15 yaşındaki Enver Turan bunlardan bazıları.

Bölge illerinde çatışmaların yoğunlaştığı 1989 yılından günümüze kadar asker veya polis tarafından 350’den fazla çocuk öldürüldü. En çok çocuğun öldürüldüğü yıl ise 1992 yılı oldu. Anne karnında öldürülen çocuklar hariç yıllara göre öldürülen çocuk sayısı ise şöyle: 1989 yılında 2, 1990 yılında 41, 1991 yılında 22, 1992 yılında 115, 1994 yılında 94, 1995 yılında 17, 1997 yılında 7, 1998 yılında 8, 1999 yılında 12, 2000 yılında 3, 2002 yılında 11, 2004 yılında 4, 2005 yılında 4, 2006 yılında 22, 2008 yılında 5, 2009 yılında 9, 2010 yılında ise 13.

http://www.marksist.org/haberler/3467-tsk-olum-saciyor-8-yasindaki-barani-da-oldurduler

Yorum bırakın

Filed under Uncategorized

Hey Joe!

Jimi could play the guitar with his dick if he wanted to.

Yorum bırakın

Filed under video

Tatar Çölü

Bu gizemli ve rahatsız edici romanda, bir garnizondaki askerler düşmanın, yani Tatarların, bir gün kuzeyden gelerek saldırmasını beklerler. Olayların geçtiği büyük kale belirsiz bir geçmişe aittir ve kayalıklarla dolu bir çölün kenarında, sarp ve geçit vermeyen dağların tepesinde yer alan kalenin içindeki atmosfer, gerçeklik ve rüya arasında asılı durmaktadır. Saldırının nasıl ve ne zaman gerçekleşeceğini hiç kimsenin bilmiyor olmasına rağmen, askerler sürekli olarak bu ana hazırlanırlar. Düşmanın kim olduğunu bile hiç kimse bilmemektedir. Bu adamların, özellikle, bu gizemli kalenin ve coğrafi koşullarım acımasızlığının gölgesinde geçen yorucu bir yolculuğun ardından kendisini iradesi dışında bu kalede bulan Lieutenant Drogo’nun hayatı kadere emanettir. Garnizonun içindeki sürreal atmosferde hayat, katı askeri kurallarla disiplin altına alınmıştır. Nöbetçi askerler, kim olduklarını bilmedikleri birilerinden gelecek saldırıya karşı kaleyi korumak için devriye gezerler. Askeri tatbikatların, hiçbir geçerli anlamı yoktur ve saçma bir bekleyiş, askerlerin gerçek olmayan yaşamlarına egemen olmuştur.

Konusu bakımından varoluşçu olan bu roman, bugün de tanımlanması güç bir yapıt olarak duruyor. Uzun yıllar boyu bekleyen bu askerlerin, romanın yayınlanmasıyla, çok geçmeden hayal edebileceklerinden çok daha büyük bir savaşla karşı karşıya kalmaları ironik.

1001 Kitap’tan okudum, yazdım.

Yorum bırakın

Filed under kitap

Frida & Diego

Ayagimiza kadar gelmisken gormedik demeyelim dedik, Pera Muzesi’nin 20:30a dek suren Cuma gunlerinden yararlanip ziyaret ettik Frida’yi. Hepi topu 30 tane karakalem, suluboya ve yagli boya esere ve de fotograflarina baktik. Tabi Frida deyince insanlarin aklina psikolojik sorunlari olan, cimbizi kesfedememis, renkli kiyafetler giyen bir kadin geliyor, ozetle. Yok efendim biseksuel oldugundan almiyormus kaslarini, ozgurlugunun simgesiymis! Yapma yau! Maymunlu portresinde kim maymun kim insan secemedik. Favorimiz capkin Diego’nun Dolores adindaki gogus uclari killi uzun sacli hatunu cizdigi resmi oldu. Siparis verdik 10 gune kadar elimizde olacak! Yehu!

Tabii ki sağdaki!

Yorum bırakın

Filed under gezi, resim

Ağaca Tüneyen Baron

Yillar once Thomas Mann’in Degisen Kafalar’ini okurken yasadigim saskinligi burda da yasadim. Insan kitabin adini gorunce anlaminda bir derinlik bekliyor.
Hayir iste, Baron Cosimo gercekten agaca tunuyor hem de hayatinin sonuna dek.. Calvino’nun masalsi anlatimiyla Cosimo’nun maceralari bir cirpida okunuyor. Benim en sevdigim, bir numarali haydut Gian dei Brugi’nin Cosimo’dan odunc aldigi kitaplari okurken haydutluk yaptigini unuttugu bolumuydu. Ayrica Cosimo’nun amcazadesi Enea Silvio yillarca Osmanli topraklarinda yasamis, cuppeli fesli gezmeyi adet edinmis, sonrasinda Turk korsanlarla yaptigi gizli anlasmalar Cosimo tarafindan desifre edilince oldurulen bir haindi! Hahaha

Yorum bırakın

Filed under kitap, kitaplık

Algı Kapıları

Sir Aldous Huxley’nin gonullu denek olarak hastanede aldigi bir miktar meskalin sonucu yasadigi trip’i edebi dille anlattigi eseri. Okudugum diger beat kusagi ve uyusturucu temali kitaplar icersinde konu butunlugune sahip tek kitapti. Ayrica bu grubun diger unluleri gibi kafayi bulunca homoseksualiteden degil resimden sanattan bahsetmesi de ilgi cekici. Kitapta, meskalin kullanimi sonucunda gorsel deneyimin kimilerinde guzel bir hayal olarak yasandigi kimilerinde ise korku ve kizginlik seklinde kendini gosterdigi Cennet-Cehennem adli ikinci kisimda anlatilmis. Jim Morrison’in basucu kitabi oldugu ve The Doors’un isim babasi oldugu bilinir.

William Blake soyle der: “Algi kapilari temizlenseydi her sey insana oldugu gibi gorunurdu, sonsuz.”

Yorum bırakın

Filed under kitap

Feminizm ve Sosyalizm

Bir kadının nasıl olması gerektiği modeli içimizde oldukça derinlerde yatıyor. Doğar doğmaz, mavi yerine pembe giysilere büründüğümüz andan itibaren gelecekteki kadınlık rolümüze hazırlanırız. Bu da bilinçli bir süreç değildir. Oğlanlar daha sonra aile reisi olmaları gerektiğinden, işlerinde ilerlemeleri ve rekabet edebilmeleri gerektiğinden aktif ve saldırgan kişilikler olarak yetiştirilirler. Aynı zamanda erkeklik rolünü engelleyici özellikler bastırılır. Her yenilgide ağlayan ya da duygularını işyerinde geçerli kurallardan daha önemli tutan bir erkeğin işyerinde yükselme şansı ne kadardır? Kızların geleceği ise evlenecekleri adama bağlıdır.

En büyük düşmanım, bana, ancak insanların beni beğendikleri ölçüde varolduğumu aşılayan kendi portremdi. Bu kimlikten kurtulmak oldukça zordu. Siyahların hareketi onlara sömürüye karşı çıkışlarını saldırgan, akılsız zorba insanlar olarak tanımlanmaları deneyimini yaşatmıştı. Kadınlar da itaatkar tavırlarını sürdürmekten vazgeçince , derhal ‘dişiliklerinin’ eksik olduğu saldırısına uğruyorlar. Daha sesimizi yükseltmeden çok saldırgan olduğumuz söyleniyor. Daha ‘söyledikleriniz bize vız gelir’ diye isyan etmeden erkek düşmanı olduğumuz iddia ediliyor. Daha biz kadınların biraraya gelişindeki güzelliği keşfetmeden lezbiyenlikle suçlanıyoruz. Ve bizler korkumuzdan, her şeyi inkara kalkışıyor, özellikle gülmeye ve sinirli bir şekilde suçlamaların tam tersini ispat etmeye çalışıyoruz. Kadın hareketinin önemli bir işlevinin, diğer kadınlarla yaşam deneylerimiz üzerine konuşarak, bilincin yükseltilmesi ve koşullanmalardan kurtulma olması hiç de rastlantı değil. Doğduğumuzda pembe patikleri giydiğimiz andan itibaren bize dikte ettirilmeye çalışılan normları yıkmaya başlamalıyız. Eşitsizlik ve baskıya dayanan bir toplumda yaşadığımızın farkına çoktan varmış olmamıza rağmen, düşman eski kurallarıyla içimde yaşamaya devam ediyor. Ancak ucuz işgücü olarak çalışmamıza yol açan, kendi vücudumuz üzerinde hak sahibi olmamızı engelleyen bu kurallar, toplumsal yapıya göre çok daha az görülür olduklarının, bunlara karşı mücadele vermek de daha zor. Bir balığın su içinde yüzdüğünü sonradan farketmesi gibi ben de, benim için öngörülen anne, eş, evkadını, arkadaş, sevgili, fedakar, sadık, emre amade olma rollerinin çoğunun davranışlarıma yansıdığını sonradan farkettim. Artık toplum tarafından kabul edilme anlamına gelen bu görünüşe bağımlı değilim. Ancak bu çok daha fazla cesareti ve sevimsiz olmayı gerketiren tavrı takınmak, kürtajın serbest bırakılmasını talep eden bir yürüyüşe katılmaktan daha zor.

(Anja Meulenbelt, İçimdeki Düşman)

Erkeklerse haim ideolojiye uygun, kendilerini destekleyecek, bakacak ve kişiliklerini pohpohlayacak kadınlar aradıklarından (bunu yapmayanlar ‘eli maşalı’ olarak damgalanırlar) kızların evlilik pazarında şanslarını azlatacak özellikleri törpülenir. Bağımsız ya da saldırgan kızların şansı azalır. Bu yüzden kendilerini rahatsız eden komşu oğlana haddini bildirmesi öğüdü yerine hırçın olmamaları gerektiği öğüdü alır, buna uymamaları halindeyse, ağabeyleri tarafından eve kapatılırlar.

Bizler de ideolojiyi olduğu gibi kabul ediyor, erkek ve kadın rollerini özümsüyoruz. Erkeklerle yarışmamak geretiğini biliyor, daha doğrusu hissediyoruz. Böylece oğlanlara nazaran daha az kızın eğitim yapmasına yol açan koşulların sadece çevre baskısı olmadan ortaya çıkıyor. Nedenlerden biri de akıllı ve bağımsız gözükmenin, evlilik şansını azaltabileceği düşüncesi. Amerika Birleşik Devletleri’nde yapılan bir araştırma ergenlik çağındaki kızların birden bire kötü notlar almaya başladıklarını ortaya çıkardı. Ancak bunun zekalarıyla hiç bir ilgisi yoktu. Kızlar kendilerini zorlamıyorlardı; çünkü akıllı oğlanlar tarafından pek tutulmuyorlardı. Kızlar kendilerini geliştirmek ve evlenecek birini bulmak arasında dengeyi erenden farkediyorlar. Bu erkeğin hiç bir zaman yapmak zorunda olmadıkları bir tercih.

 
Anja Meulenbelt, Feminizm ve Sosyalizm

Yorum bırakın

Filed under kitap, kitaplık

Bodur Amerika’da Alabalik Avi’nin Nelson Algren’e Yollanmasi

Bodur Amerika’da Alabalik Avi, gecen sonbahar aniden, San Francisco’da krom kapli celikten muhtesem tekerlekli sandalyesiyle dolasirken ortaya cikti.

Bacaksiz, gurultucu, orta yasli bir ayyasti.

North Beach’e Eski Ahit’ten bir bolummus gibi indi. Sonbaharda kuslarin goc etmesinin nedeni oydu. Mecburdular. O dunyanin soguyusu, sekeri ufurup goturen kotu bi ruzgardi.

Sokakta cocuklari durdurup, “Benim bacaklarim yok.” derdi. “Fort Lauderdale’de alabalik kopardi onlari. Siz cocuklarin bacaklari var. Alabalik koparmamis bacaklarinizi. Beni ilerdeki magazaya kadar surun.”

Cocuklar korkmus ve utanmis bir halde, Bodur Amerika’da Alabalik Avi’ni magazaya kadar surerlerdi. Bu her zaman tatli sarap satan bir magaza olurdu ve bir sise sarap alip kendini yeniden cocuklara surdurur, orada sokagin ortasinda sarabi acip Winston Churchill’mis gibi icmeye baslardi.

Sonraki gunlerde cocuklar yeniden Bodur Amerika’da Alabalik Avi’nin geldigini gorunce kosusarak saklanirlardi.

“Ben onu gecen hafta ittim.”

“Ben onu dun ittim.”

“Cabuk cop tenekelerinin ardina saklanalim.”

Ve Bodur Amerika’da Alabalik Avi tekerlekli sandalyesiyle sendeleye sendeleye gecerken cop tenekesinin ardina saklanirlardi. Gidene kadar nefeslerini tutarlardi.

Bodur Amerika’da Alabalik Avi, North Beach’teki Stockton ve Green sokaklarindaki L’Italia adli Italyan gazetesine giderdi. Ogleden sonralari yasli Italyanlar, gazetenin onunde toplanip binaya yaslanir, gunesin altinda bayilip konusurlardi.

Bodur Amerika’da Alabalik Avi, elinde bir sise sarabiyla, onlar sanki guvercinlermis gibi aralarina dalar ve sahte Italyancasi ile ahlaksizca bagirmaya baslardi.

Tra-la-la-la-la-la-la Spa-get-tiiiii!

Bodur Amerika’da Alabalik Avi’nin Washington Meydani’nindaki Benjamin Franklin heykeli onunde sizdigini animsiyorum. Tekerlekli sandalyesinden yuzustu dusup hareket etmeden oylece yatti.

Yuksek sesle horuldayarak.

Benjamin Franklin’in metal heykeli, elinde sapkasiyla bir saat gibi dikiliyordu.
Bodur Amerika’da Alabalik Avi orada, asagiya uzanmis, yuzu ruzgar gulu gibi dikiliyordu.

Bodur Amerika’da Alabalik Avi hakkinda konusmaya basladik. Yapabilecek en iyi seyin, onu buyuk bir gemi sandigina bir kac sarap sisesiyle birlikte Nelson Algren’e yollamak olduguna karar verdik.

Nelson Algren, hep Neon Colu’nun (The Face on the Barroom Floor’un ortaya cikis nedeni) bir kahraman olan Railroad Boduru ve Vahsi Tarafta Bir Yuruyus’teki Dove Linkhorn destroyeri hakkinda yazar.

Nelson Algren’in Bodur Amerika’da Alabalik Avi’ni mukemmel bir kapici yapabilecegini dusunduk. Belki bir muze acilirdi. Bodur Amerika’da Alabalik Avi cok onemli bir koleksiyonun ilk parcasi olabilirdi.

Onu sandiga civileyip bir etiket koyacaktik.

Icerik: Bodur Amerika’da Alabalik Avi
Meslek: Ayyas
Adres: Nelson Algren eliyle Chicago

Sandigin her tarafi cikartmalarla kapli olacakti: ‘Cam / Dikkatli Davranin / Ozel Davranin / Cam / Sallama / Bu Taraf Ust / Bu Ayyasa Sanki Bir Melekmis Gibi Davranin”

Bodur Amerika’da Alabalik Avi, sandiginda homerdanarak, kusarak, soylenerek, Amerika’nin bir ucundan digerine, San Francisco’dan Chicago’ya gidecekti.

Bodur Amerika’da Alabalik Avi neler olduguna sasirarak “Hangi cehennemdeyim? Siseyi kadar bile goremiyorum! Isiklari kim sondurdu? Sikiyim boyle moteli! Isemem lazim! Anahtarim nerde?” diye bagirarak yolculuguna devam edecekti.

Iyi bir fikirdi.

Bir kac gun icinde Bodur Amerika’da Alabalik Avi icin planimizi yaptik. San Francisco’da saganak yagmur yagiyordu. Yagmur sokaklari kendiliginden bogulan akcigerler gibi ice dogru cevirdi ve ben, kesisim noktalarinda tasmis lagimlarla karsilasarak hizla ise gidiyordum.

Bodur Amerika’da Alabalik Avi’nin bir Filipinli yikamatigin on caminda sizdigini gordum. Kapali gozleriyle camdan disari bakar gibi tekerlekli sandalyesinde oturuyordu.

Yuzunde huzurlu bir ifade vardi. Neredeyse insana benziyordu. Buyuk bir ihtimalle beynini makinelerden birinde yikatirken uykuya dalmisti.

Haftalar gecti ve Bodur Amerika’da Alabalik Avi’ni Nelson Algren’e yollama firsatimiz hic olmadi. Bir seyler yuzunden hep erteleyip durduk. Sonra altin firsatimizi harcadik cunku Bodur Amerika’da Alabalik Avi kisa sure icinde ortadan kayboldu.

Buyuk bir ihtimalle bir sabah onu alip, cezalandirmak icin hapse atmislardir, gunahkar osuruk veya biraz kurutmak icin timarhaneye tikmislardir.

Belki de Bodur Amerika’da Alabalik Avi tekerlekli sandalyesinin pedalini cevirerek otoban boyunca gurultulu bir sekilde saatte ceyrek mil hizla San Jose’ye gitmistir.

Ona ne oldugunu bilmiyorum. Bir gun San Francisco’ya geri donup olurse, o zaman bir fikrim olur.

Bodur Amerika’da Alabalik Avi, Washington Meydani’ndaki Benjamin Franklin heykelinin hemen yanina defnedilmelidir. Tekerlekli sandalyesi buyuk gri bir tasa demirlenmis ve tasin uzerine sunlari yazmamiz gerekir:

Bodur Amerika’da Alabalik Avi
20 cent Yikama
10 sent Kurulama
Sonsuza dek

Yorum bırakın

Filed under Uncategorized

Diane Arbus Hakkında -2

….
Arbus’un fotoğraflarının konusu, etkileyici Hegelci deyişi ödünç alırsak ‘mutsuz bilinç’tir. Fakat Arbus’un Grand Guignol’undaki karakterlerin çoğu, çirkin olduklarını biliyor görünmezler. Arbus, çektikleri fiili acıların ve kendi çirkinlinliklerinin çeşitli derecelerde bilincinde olan, hatta hiç farkında olmayan insanları fotoğraflamıştır. Bu da fotoğraflamaya değer bulduğu dehşetengiz manzaraları ister istemez sınırlamaktadır: Örneğin, kaza kurbanları, savaş mağdurları, açlık çekenler ve siyasal baskıya maruz kalan kişilerde uzak durmuştur. Zaten o, kazaların, yani kendini bir hayata aniden sokan ve hükmünü zorla dayatan olayların fotoğraflarını çekmeyi asla düşünmemişti; onun uzmanlaştığı kareler, ağır çekimle meydana gelen özel çarpışmalardı (ve bunlar çoğu örnekte, fotoğrafı çekilen kişinin doğumunda itibaren yaşadığı hayatın doğal parçası olurdu.)

Fotoğraflarına bakanların büyük kısmı bu insanların, yani gerek cinsel alt dünyanın vatandaşlarının gerekse doğuştan ucubelerin hep mutsuz yaşadıklarını tasavvur etmeye hazır olsa da, sayıları az da olsa bazı fotoğraflar hakikaten duygusal bir kederi yansıtırlar. Sapkın insanların ve ucubelerin fotoğrafları o kişilerin çektikleri acılardan ziyade, hayattan kopukluklarını ve hayat karşısındaki özerkliklerini öne çıkarır. Soyunma odaarındaki kadın taklitçiler, Manhattan’da otel odasındaki Meksikalı cüce, 100. Cadde’de bir salona toplanmış Rus cüceler ve onlar gibi sürüyle insan, resimlerde genellikle neşeli, halleriyle barışık ve oldukları gibi gösterilirler. Acı, normal insaların portrelerinde daha belirgin şekilde okunabilen bir öğedir. Bir parkta sırada otururken kavgaya tutuşan yaşlı çiftle, hatıra bir köpek biblosuyla bankında duran New Orleans’lı bir barmende, Central Park’ta oyuncak el bombasını avuçlarının içinde sıkıp duran bir oğlan çocuğunda acıyı daha rahat okuyabilirsiniz, demek istediğim.

Arbus’un fotoğraflarının çoğunda, fotoğrafı çekilen insanlar kameraya doğrudan bakarlar. Bu da onların görünümlerini iyice tuhaflaştırır, neredeyse deli kılığına sokar. Lartigue’nin 1912’de çektiği tüylü şapkalı ve peçeli bir kadın fotoğrafıyla ‘Racecourse at Nice’, Arbus’un ‘Woman with a Veil on Fifth Aveneu’ fotoğrafını karşılaştırın. Tipik çirkinliği bir tarafa, Arbus’un fotoğrafını tuhaf gösteren şey, pozundaki cüretkar rahatlıktır.

Portre fotoğraflarının olağan sayılan retoriğinde, kameraya bakmak bir ağırbaşlılık, samimiyet ve içindeki özü açığa çıkarma eğilimi işaretidir. Bunun için, fotoğrafın tam cepheden çekilmesi törensel amaçlı (nikah, mezuniyet, vb.) resimlerde doğru görünürken, seçimlerde aday olan siyasetçilerin reklam amcıyla bilboardlarda kullanılan fotoğraflarda aynı derecede uygun düşmeyecektir. Arbus’un cepheden pozlar almasını dikkat çekici hale getiren şeyse, malzemelerinin genellikle kendilerini kameraya uysalca ve saf bir şekilde teslim etmeleri beklenmeyecek insanlardan oluşmasıdır. Dolayısıyla, Arbus’un fotoğraflarındaki cepheden görüntüler, fotoğrafı çekilen kişinin en canlı işbirliğinin elde edildiğini düşüdürür bize. O pozların verdirilmesi için fotoğrafçının o insanların güvenini kazanması, zaman içinde onlarla ‘arkadaş’ olmayı başarması gerekmiştir.

Tod Browning’in Freaks (1932) filminin herhalde en korku uyandıran sahnesi, mankafa insanların, sakallı kadınların, Siyam ikizlerinin ve insan gövdelerinin, bön biri olan cüce kahramanla daha yeni evlenmiş olan normal boydaki fakat aklı kötücül fikirlerle dolu Kleopatra’yı kabul ederken dans edip şarkı söyledikleri düğün yemeğidir. “O bizden biri! Bizden biri! Bizden o!” diye şarkı söylerlerken bir aşk kasesi de ağızdan ağıza bütün masayı dolaştırılmakta ve nihayet, neşe içindeki cüce tarafından o anda iğrendiği her halinden belli olan geline takdim edilmektedir. Arbus burada, hilkat garibeleriyle kardeşlik etmenin cazibesi, ikiyüzlülüğü ve huzursuz edici halini belki de aşırı basitleştirmiş bir şekilde sunmuştur. Dolayısıyla keşfetmenin kıvancını, o insanların güvenini kazanmış, onlardan korkmamış, hissettiği tiksinti duygusunun üzerinden gelmiş olmnın getirdiği bir heyecan takip edecekti. u durumu kendisi de, hilkat garibelerinin fotoğrafını çekmek, “Bana müthiş bir heyecan verdi.” diye açıklayacaktı: “Onlara hep taptım ben.”
Diane Arbus 1971’de kendini öldürdüğünde, fotoğrafla yakında ilgili insanlar onun fotoğraflarını çoktandır iyi biliyorlardı. Ancak Sylvia Plath’ın durumunda olduğu gibi, onun eserlerie ölümünden sonra duyulan ilgi de apayrı bir nitelikteydi -bir nevi ilahlaştırılmıştı. Hayatına intihar ederek kendi eliyle son vermiş olması, Arbus’un fotoğraflarındaki dikizcilik amacıyla değil içtenlikle, soğuk bir bakışla değil müşfik bir yakınlıkla çekildiğinin nihai kanıtı sayılmıştır. Arbus’un intiharının başka bir sonucuysa, fotoğraflarının kendisi açısından bir tehlike teşkil ettiğini ispatlarcasına, daha yıkıcı bir anlamla yüklenmesi olmuştur.
 
 
alıntıdır.

Yorum bırakın

Filed under Uncategorized

Diane Arbus Hakkında -1

Fotoğraf sanatının büyük kalabalıkları tekrar Modern Sanat Müzesi’ne çekmesi 1972’de Diane Arbus’un çalışmaları için açılan retrospektif sergiyle mümkün olmuştu. Arbus sergisinde yer alan 112 fotoğrafın hepsi, tek bir kişinin gözüyle çekilmişti ve hepsi de birbirine benziyordu; şöyle ki, bu resimlerde görülen herkes (bir anlamıyla) aynı şekilde bakıyordu, güven yaratıcı sıcaklığa tamamen aykırı düşen bir duygu uyandırıyordu. Arbus sergisi, güzel görünüşleri ve insana özgü davranışlarıyla dikkat çeken kişiler yerine, sıra sıra canavarı ve onların sınırda olma hallerini yan yana koymaktaydı; fotoğrafları çekilenlerin hepsi çirkindi, grotesk ya da göze gelmeyen giysiler içindeydiler, durdukları yerler soluk ve tenha ortamlardı –poz vermek ve genellikle de kendini seyredecek olan kişiyle samimiyetle ve güvenli bir bakış fırlatmak amacıyla bir an duraksayıp kameraya bakmış kişilerden oluşuyordu. Kaldı ki Arbus’un çalışmaları kesinlikle, izleyiciyi fotoğrafını çektiği paryalarla ve sefil görünümlü insanlarla özdeşleşmeye çağırıyor değildi. Bu anlamıyla insanlık, Arbus’un gözünde tek değildi.

Arbus’un fotoğrafları 1950’lerde duygusal bir hümanizmle avunup oyalanmayı dileyen iyi niyetli kişilere, 1970’li yıllarda huzursuzlukla karşılanmayı içtenlikle dileyecekleri anti-hümanist bir mesaj iletmektedir. Bu iki dönemin mesajları arasında tahmin edildiği kadar önemli bir fark söz konusu değildir. Biri ‘kabarış’ı diğeri ‘alçalış’ı temsil etmekle birlikte, her iki deneyim de tarihsel bir gerçeklik kavrayışını yok saymaya aynı derecede gönüllü gibidirler.
Arbus’un eserlerinin en çarpıcı yönü, dikkatini kurbanlara, talihsiz insanlara yoğunlaştırarak, ama böyle bir projenin hizmet etmesinin beklendiği gibi müşfik bir amaç gütmeden, sanat fotoğrafçılığının en kuvvetli girişimlerinden birine kalkışan bir görünüm sunmasıdır. Arbus’un çalışmaları bize ümitsiz, acınası ve iğrenç insanları gösterir, ama içimizde onlara karşı sevecen duygular uyandırmaz. Bu fotoğraflar ayrı ayrı tanımlanması daha doğru olabilecek bakış açılarına rağmen, açık yüreklilikle çekilmiş olmaları ve malzemelerine karşı duygusallığa kapılmayan bir empatiyi yansıtmalarıyla övgüye değer bulunmuşlardır. İnsanlara karşı fiilen bir saldırganlığı temsil eder görünen yönleri, şöyle ki, bakan kişilerin fotoğraflanan kişi ve şeylere aralarına bir mesafe koymaya izin vermeyen özellikleri, fotoğrafları adına ahlaki bir başarı sayılmıştır. Daha makul bir ifadeyle, Arbus’un fotoğrafları (dehşetengiz olanı kabullendikleri haliyle) mesafeye, ayrıcalığa, izleyiciden görmesi istenen şeyin gerçekten de öteki olduğu şeklindeki bir duyguya dayandıkları için, hem utangaçça hem de tekin olmayan bir naiflik ortaya koyarlar. Bunuel bir keresinde kendisine o filmleri niçin yaptığı sorulduğunda, “Bu dünyanın aklın hayal edebileceği bütün dünyalar içinde en iyisi olmadığını göstermek için.” demiş. Arbus ise belli ki fotoğraflarını daha basit bir şeyi, başka bir dünya olduğunu göstermek amacıyla çekmiş.
 
Öteki dünyaya –her zamanki gibi- bu dünyanın içinde aramak gerekir. Kendisinin de açıkça belirttiği üzere, sadece ‘tuhaf bakan’ insanların fotoğraflarını çekmeye ilgi duyan Arbus, oturduğu yerin yakınlarında bu amaca uygun çokça malzeme bulmuştu. Kadın elbiseleri giymiş erkeklerin katıldıkları partileri ve yoksul barınaklarıyla New York, acayip insanlar bakımından oldukça zengindi. Ayrıca Maryland’de Arbus’un orada bir iğneliğine, köpekli bir hermafrodite, dövmeli bir adama ve kılıç yutan ak saçlı insanlara rastladığı bir karnaval düzenleniyordu; New Jersey ve Pennsylvania’da çıplaklar kampı kuruluyor, cansız ya da uydurma, insansız manzaralarıyla bir Hollywood seti ya da Disneyland görülebiliyor, Arbus’un en son –en rahatsız edici- fotoğraflarından bazılarını çektiği, neresi olduğu anlaşılmayan bir akıl hastanesine rastlanabiliyordu. Tabii bunların hepsi, eğer onları görecek göze sahipseniz, bitmek bilmez tuhaflıklar sunan yanlarıyla gündelik hayattan kesitler sunan fotoğraflardı. Fotoğraf makinesi, normal diye adlandırılan insanların, onları anormal hallerde gösterecek şekilde pozlarını yakalamak gibi bir ayrıcalığa sahiptir. Fotoğrafçı acayipliği seçen ve onu kovalayan, çerçeveye alan, geliştiren ve adını koyan kişidir.

 

Arbus, “Sokakta birini gördüğünüzde, onda asıl dikkatinizi çeken şey genellikle kusuru olur.” diye yazmıştı. Arbus’un çalışmalarında ısrarla kovalandığını gözlemlediğimiz aynılık, o prototip olarak saptadığı kişileri ne denli geniş yelpazede seçerse seçsin, kendisinin –bir fotoğraf makinesiyle silahlanmış olan- duyarlılığının, seçtiği her kişiyle ıstırabı, tuhaflığı ve akıl hastalığını dolaylı yolla da olsa anlatıma dönüştürebileceğini göstermektedir. Onun fotoğraflarından ikisi, ağlayan bebekler hakkındadır; bu bebekler huzursuz, hatta delirmiş gibidirler. Başka bir şeye benzemek ya da onunla ortak bir yön taşımak, -Arbus’un kendine özgü görme biçiminin karakteristik normlarına göre- uğursuz olanı sürekli kılan kaynağın ta kendisidir. Benzer ya da ortak yönlere sahip bu iki şey, Arbus’un Central Park’ta fotoğraflarını çektiği, birbirlerinin tıpatıp aynı yağmurluğu giyen iki kız (kız kardeş değil ama) da olabilir, birden çok fotoğrafta kendilerini görebileceğimiz ikizler üçüzler de. Baktığımız birçok fotoğraf, insanda müthiş bir merak duygusu uyandırarak, iki insanın bir çift olduğunu düşündürtür; üstelik bunların hepsi tuhaf çiftlerdir: heteroseksüel ya da gay, siyah ya da beyaz, eskimiş bir evde ya da yapımı yeni tamamlanmış bir evde olmaları bir şey fark ettirmez. Bu insanların eksantrik görünmelerinin sebebi, çıplaklar kampındakiler gibi üzerlerinde hiçbir giysinin bulunmaması ya da çıplaklar kampındaki önlüklü garson kız gibi giyinmiş olmaları değildir. Arbus’un fotoğraflarını çektiği insanların hepsi ucubeydi: başında bir hasır şapka, elinde “Hanoi’yi bombalayın!” rozeti, savaş yanlısı bir mitingde yürümeyi bekleyen bir genç erkek; İhtiyarlar Balosu’nda özel kostümleriyle kral ve kraliçe rolündeki yaşlılar; katlanır sandalyelerinde rahatça dinlenen otuzlarında bir banliyölü çift; dağınık yatak odasında tek başına oturan bir dul kadın ve saire. ‘1970’te New York, Bronx’ta, evde ebeveynleriyle birlikte oturan bir Yahudi dev’i gösteren fotoğraftaki anne baba da, düşük tavanlı oturma odalarında, onların yanında kamburunu çıkararak duran insan azmanı oğul gibi yanlış boyda, cüce gibi görünmekteydiler.

Arbus’un fotoğraflarında görünen otoriter havanın kaynağı, yürek burkan kişiler ile sakin, doğalmış izlenimi uyandıran kendi dikkati arasındaki zıtlıktır. Buradaki dikkat (fotoğrafçının gösterdiği dikkat, resimdeki kişinin çekilmesine karşı gösterdiği dikkat) Arbus’un yüz yüze gelerek, ama uzun uzun da düşünmüşçesine çektiği portrelerin ahlaki sahnesini meydana getirir. Onun bir casus gibi ucubelerle paryaların peşine düştüğü söylenemeyeceği gibi, onları kendilerine belli etmeden çekmemeye de özen gösteren fotoğrafçı, malzemesini oluşturan kişileri tanımış ve onlara güven salmıştı; öyle ki bu kişiler Arbus’a, Julia Margaret Cameron’ın çekeceği stüdyo portresi için karşısına oturan bir Viktorya dönemi kodamanı kadar sakin bir halle ve dimdik durarak poz vermekten çekinmiyorlardı. Dolayısıyla Arbus’un fotoğraflarındaki gizem, büyük ölçüde, resmi çekilen kişilerin buna rıza göstermelerinin ardından nasıl duygular hissettiklerini gözler önüne sermesinde düğümlenmektedir. İzleyici şunu açıkça merak eder: “Onlar kendilerini hakikaten böyle mi görüyorlar? Ne kadar grotesk olduklarının farkındalar mı?” anlaşıldığı kadarıyla bu iki sorunun da cevabı ‘hayır’dır.

Devamı haftaya.

Susan Sontag, Fotoğraf Üzerine’den alıntıdır.

Yorum bırakın

Filed under fotoğraf, kitap, kitaplık